Esas olay bu. Zeki Müren kalmak, kalabilmek… Her sabah aynı Zeki Müren’i yeniden üretmek…
Zeki Müren, sizce de tatlı hayat mı yaşadı, sefa mı sürdü? Hani, bir zamanlar mizah dergilerinde ona Zevki Süren lakabı yakıştırılırdı. Öyle miydi sahiden, zevk mi sürdü, zevkini mi sürdü?
Keşke onu, bir gece sabaha karşı, Taksim’de müdavimi olduğu barlardan birinde, evinde onu bekleyen yalnızlığına dönmeden önce, o her zamanki meyhur gecelerinden biri biterken, mekânda personelden başka kimse kalmamış, onlar da paydos etmek için sabırsızlanır haldeyken, oturduğu bar iskemlesinde gitmemek için ayak sürür, koca güneş gözlüklerinin (numaralı) çerçeve kenarlarından birkaç damla yaş sızarken görseydiniz bir kez. Keşke onu o sabahlardan birinde eve dönmeye direnir görseydiniz.
Zeki Müren olmak, hep çok zor olmuş olmalı. Ömrü boyunca…
(Adeta bir Isherwood romanından bir geceliğine dışarı çıkmış, romana dönüyor şimdi ya da bir Hockney portresinin çerçevesini zorlamış, kaçmış, yerine dönüyor yine tablodaki… Öyle derdim kendi kendime…)
Bir, kendisi için özel imal edilmiş bar koltuğundaki haline bakardım, bir, tam onun oturduğu yerin arkasında, yukarıda, duvara asılı ve üzerine mor ışık düşürülmüş çerçeveli fotoğrafına… Ölümünden yedi yıl önceydi… Sanmam ki gençliği farklı geçmiş olsun… Ne direniştir Zeki Müren’in hayatı! Nasıl direnmiş olmalı!
ZEKİ MÜREN VE DİL (TÜRKÇE)
Onun Zeki Müren olarak kalmasında, toplumla uzlaşmasında ve giderek iktidar kurmasında (belki de daha başında kurdu) en önemli etken müzikten önce konuşma Türkçesi olmuştur. Dili yani. Tatlı dil değildir bu. Tatlı dilden çok virtüöziteye ulaşmış teknik bir dil kullanımı, içselleşmiş hatasız bir gramer ve diksiyon bilgisi, engin bir kelime haznesi ve ancak ondan sonra tatlandırdığı, şeker karıştırdığı bir Türkçe. Böyle konuşur Zeki Müren. Türkçe’nin en güzel halidir. Ve devletin estetik ve siyasi ideolojisince Türkçe’nin en doğru lehçesi olarak kabul edilen ve dayatılan İstanbul Türkçesi’nin en maharetli telaffuzu.
İstanbul Türkçesi bir koine’dir. Eski Yunanca’dan gelen koine kavramı, bir dilin bölgeler üzeri kabul edilen lehçesi için kullanılır. Söz konusu dilin en doğru hali olarak üzerinde uzlaşılmış lehçe, koine’dir. Türkçe’nin koine’i İstanbul lehçesiyken, mesela Almanca’nınki hochdeutsch’tur. (Ve Almanya’da geniş bir kesim en doğru Almanca lehçenin ülkenin kuzeyindeki Hannover şehrinin lehçesi olduğu konusunda uzlaşmıştır.)
Bu yüzden, bir ülkede (Türkiye’de mesela ve özellikle) koine olan lehçeyi, koine’i yani, doğru konuşmak toplumun, halkın geneli üzerinde bir iktidar kurma ve kendine özendirme sonucunu doğururken, aynı zamanda da siyasi ve de estetik resmi iktidarla, devletle uzlaşma ve onaylanmanın yolunu açar. Dile saygı göstermek, saygı talep etmek ve saygıyı kazanmaktır.
Roland Barthes (yine), otobiyografisindeki Kara tahtada başlıklı pasajda imla metni için toplumsal yazı’nın zorunlu figürü der. İmla, nasıl yazı dilinde uyulması gereken toplumsal zorunluluksa, koine kabul edilen lehçe de konuşma dilinde uyulması gereken bir zorunluluk olmuştur ve bu zorunluluğa konuşmasının her hecesinde ve anında dilinde hiçbir kayma olmadan uyan kişi iktidar ve toplum nezdinde meşruiyet kazanır.
Bu arada hazır bu konulara girmişken; İngilizce’de sikke ya da metal para anlamına gelen coin (koin) sözcüğü de nihayetinde üzerinde uzlaşılmış ve değeri dayatılmış, kabul edilmiş bir ölçü nesne – göstergesini belirtmektedir. Ama dikkat, bu kelime (coin) İngilizce’ye geçtiği eski Fransızca’da (ve öncesinde Latince’de), bizim koine’den apayrı bir anlam taşır. Kapı arasına sıkıştırılan takoz, köşe taşı ve köşe anlamına gelir.
Zeki Müren, Türkiye’de koine itaati ve uyumu sayesinde aynı anda hem bir dil uyruğu hem dil muktediri olmuş, uzlaşılan lehçeye fazladan estetik ekleyerek iki konumda da kendisini saygıya şayan ve dokunulmaz hale getirmiştir.
ZEKİ MÜREN VE ŞARKI
Zeki Müren, dil hassasiyetini, uyumunu, özenini, dikkatini, saygısını, şarkı söylerkenki müzikal esrikliğinde ve melodik kayganlık ve nağmelerinde de bir an için bile elden (esas dilden) kaçırmaz, elden (esas dilden) bırakmaz. Prozodisi müthiştir, Türkçe müzikte onun prozodisi biriciktir, her sözcüğü, hatta heceyi, yaymak zorunda olduğunda dahi doğru vurgular, doğru söyler, seslendirir. Dili, müziğe feda etmez, dili şarkı halinde söyler, dili şarkı olarak konuşur, Zeki Müren şarkı söylerken dil, müziğin yarından, uçurumundan aşağı düşmez. Zeki Müren, en derin şarkıların uçurumunda bile, bir, en dipte, bir, en yukarıda, uçurumun yamacına karşı sesten kadife kanatlarını çırpan bir kelebektir. Türkçe bir dağ ise, o söylerken müzik de o dilde, tam dağ yüksekliği ölçüsünde, derinleştikçe derinleşir.
Zeki Müren’in kendine has prozodisi her hecesiyle, şarkının doğru bastığı her notası kadar önde ve çatlaksız olduğu için, Zeki Müren şarkı söylerken kendi kendisinin yankısı olarak da tınlar bir yandan. Prozodi ve entonasyon(bunlardaki özen ve dikkat) aynı anda duyulduğunda bir eko etkisi yapar ve Zeki Müren kendi kendini durmaksızın yankılar. Konuşan Zeki Müren ve şarkı söyleyen Zeki Müren, tek bedende, tek kişilikte iki kimliktir şarkı söylerken ve eşgüdümlü olarak büyür, çoğullaşır.
Zeki Müren sahnede cinsiyetsizleştirdiği sesini, Japon kabuki tiyatrolarının oyuncularının makyajı ya da maskesi gibi taşır kimliğinin önünde ve sesine falsetto cilveler ya da nağmeler eklerken de cinselliği artık bir temsile, bir gösterilene dönüştürür. Zeki Müren sahnede bir arzu nesnesine dönüştüğünde, arzu edilmekte olan, sesin ve şarkının dışında bir şey, bir beden değildir. Onu sahnede izleyen biri, ses olarak ve Türkçe olarak bir Zeki Müren dışında bir Zeki Müren’i arzulamaz, tasavvur bile etmez. Zeki Müren, böylelikle, halk arasında, sokakta ya da ev ziyaretlerinde yoğun olarak cinselliğine ilişkin imalarda bulunulsa da, sahnede Paşa’dır, paşa paşa şarkı söylemektedir. Zeki Müren’in cinselliği ikinci kez tehir edilmiştir.
ZEKİ MÜREN VE SİNEMA
Zeki Müren, filmlerinin çoğunda ya yoksulluktan ya da naiflik ve iyicilliktenötürü ezilmiş, ezik bir karakter olarak başladığı öyküyü, alternatif bir erkek kimliği üreterek bitirir. Ya da bu alternatifin bedelini ödeyerek. Ya zenginlerin oyuncağı ya da fettan kadın karakterin kurbanıdır o, filmin başında. Jönseçilmiş ama jön olamayan, daha çok kendine özgü bir homme fragile’dır o (kırılgan erkek, Jugendstil döneminin edebiyattaki kırılgan kadın motifinin, yani femme fragile’ın, erkekte bir anomali olarak beliren izdüşümü) filmlerinin başında. Ancak Zeki Müren filmin sonunda kendinden doğurduğu bu homme fragile’ı, ideolojik (ve geleneksel) erkek kimliğine alternatif olan iyicil ve estetik bir erkek karakter olarak öne sürerek, bu filmden de galip ayrılır ya da galip sayılır bu yolda mağlup.
Zeki Müren, Yeşilçam’da oynadığı filmlerde sinemanın toplumsal cinsiyet ideolojisi üretim mekanizmasına çomak sokmuş, bu yolla kadınlara dost, erkeklere dışbükey ayna olmuştur.
ZEKİ MÜREN VE KOSTÜM
Zeki Müren, kostüme bir şarkıcıdır. Takım elbise giyse de kostümedir, mini şort, pelerin, platform çizme de. Toplum ona hiçbir giysiyi yakıştıramama seviyesine geldiğinde, ona her şeyi yakıştırır olmuştur artık. Zeki Müren ne giyse yakışır, yakıştırır ve Zeki Müren her dem kostümedir. Zeki Müren, kendisi dışındaki bir bedeni, bir objeyi giydirir gibidir. Topluma öyle gelir. Zeki Müren, Zeki Müren’i giydirmektedir.
Zeki Müren’in; 1970’lerde bile toplumu sarsan, şaşırtan ve devrim olarak nitelendirilen (sahnede) mini şort ve maksi etek tercihinin radikalizmine rağmen, kıyafetlerine kamuoyu nezdinde (pek de gerekmese de) meşruiyet kazandırmak için ürettiği söylem, kaçamaktan çok ironiktir. Bir tür tecâhül- i arif. Herkesin bildiğini bilmiyormuş gibi yapmak. Hem kendinde hem toplumda aynı taktik. Tarihten örnekler verir, Eski Roma’dan, Sezar’dan, sonra coğrafyadan, İskoç erkeklerinin eteklerinden. İroni yapar, ironiyle imada bulunur. Ama esas bakla ağzındadır ve pek politiktir. Bir ara baklayı da çıkarır. Ağustos 1970’te Hafta Sonu gazetesine verdiği söyleşide “Dünya seyahatimde Batı’da son entarili erkek modasını önce ben de hayretle izledim. Artık uzun saçlı rengarenk kılıklı erkeklerin sokaklarda rahatça dolaştığı memleketimizde nasıl olsa başkaları tatbik edecekti bunu… Sahne yeniliklerinin ‘naçizane’ öncüsü olarak erken davrandım. İyi ki yapmadım mı? Alkışlarınız neticenin müspet olduğunu göstermeseydi devam etmezdim.” der.
ZEKİ MÜREN VE ŞİİR
Zeki Müren ve 68 Baharı ilişkisinden bahseder de, devrimin kırgın ve kırılgan şairi Arkadaş Zekai Özger’i ve onun şahsında o yılların, o baharın bütün güzeller güzeli gençlerini selamlamadan geçer miyim? Can Yücel’in dediği gibi o şarabi eşkıyaları… (Bir şaire daha selam işte. Bitmez bizim şairlerimiz…)
Ve bir parçasını almaz mıyım Arkadaş Zekai Özger’in Merhaba Canımşiirinin, tam buraya..:
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seveceksiniz
(zeki müreni seviniz)
Evet Arkadaş, Zeki Müren’i sevdik, çok sevdik hem de, sizi de, hepinizi çok sevdik. Çok sevdim.
ZEKİ MÜREN VE BİR ANEKDOT
Zeki Müren’le ölümünden yedi yıl önce gece hayatına dalmış olduğum bir dönemde müdavimi olduğum barda tanıştım. 1989 Nisanı’nda orada arkadaşlarımla doğum günümü kutlarken, tam pasta geldiğinde hoparlörlerdeki Tanita Tikaram’ı kısa bir süre için susturdu ve kendi bir şarkısını çaldırdı Zeki Bey. Mırıldandı bir yandan, bar tezgâhına ritim vurarak. Hüzünlü bir şarkıydı. Sonra bu kıymetli hediyeyi telafi etmek ister gibi bir fıkra anlattı. Keyiflendiğinde sık sık yapardı bu fıkra anlatma işini bar koltuğunda. Meydan okur gibi bir kahkaha savururdu sonra. Meydan okur gibi… Meydan okur gibi savururdu kahkahasını Zeki Müren. Hüznünü maskelerdi… Hep maskelerdi. Çünkü o zamanlar ve onun durumunda öylesi gerekirdi. Aksi halde ezilirdi. Hüzün, onda tolere edilmeyecek bir duruma işaret edebilirdi. Hüzün o yüzden, sadece şarkılarda tolere edilirdi onun durumunda. Zeki Müren’de hüzün, sadece şarkılarda tolere edilirdi… O da işte neşeden, kahkahadan zırhını giyinir, sahneden öyle inerdi her defasında.
Kaynak: DUVAR
